31 Ekim 2012 Çarşamba

Neo-müslümanlar demokrasi de yanlış mı yapıyor ?

   Cumhuriyetle yönetilen bir ülkede yaşıyorsanız ve müslümansanız bu yazı dikkatinizi çekebilir.             Demokrasi var olan bir ülkede halkların ve üyelerinin eşitliğinden bahsederiz. Cumhuriyette demokrasinin uygulanması aynı zaman da bir sistemdir. Demokrasiyi çeşitli şekillerde uygulamakla birlikte Cumhuriyetin rejimi ışığında demokrasi uygulanmaktadır. Bir ülke Cumhuriyet ile yönetiliyor ise halkların yönetiminden söz ediyoruzdur. Cumhurun seçtiği bir yönetici ile yönetim şeması demokrasi ile yönetiliyor ise bu ülkede yaşıyorsunuzdur. Modernleşmeden bahseden arkadaşlarımız için şunu söylemek istiyorum 30- 40 yıl öncesinde komünizm varsa 10 yıl önce laiklikten bahsediyorsanız yanlışınız vardır. Komünizm bu ülkede hiç olmadı. Laiklik derseniz başörtüsü yasağının tek Türkiye de olduğu bu ülkeye hiç gelmedi. Yeni anayasa çalışmaları ile de sizin modern kabul ettiğiniz yöneticiler tarafından getirilmek için mücadele ediliyor. Türkiye Cumhuriyeti benimsediğinden beridir de şeriat uğramadı buralara. Şeriat anlam itibariyle Kur-an ve Hz. Peygamberimizin sünnet ve hadislerinin  de içerisinde olduğu İslam hukukudur. Şeriat bizim halkımız da anlaşılırsa Osmanlı devletinden beridir de adalet isteriz nidaları yükselir. 
   Bu ülke konjonktürel olarak Osmanlı imparatorluğundan mirası hasebiyle Müslümanlığın ve İslamın esas temsilcisi olarak yoluna devam etmiştir. Müslüman çoğunlukta yaşasa dahi bir çok etnik kökeni de temellerin de barındırmakla aynı zaman da imparatorluk devamı niteliğindedir. Tek bir etnik kökenden bahsetmemiz mümkün değildir. Stratejik olarak konumu gereği de köprü niteliğinde olan ülkemiz hoşgörü politikasından kalan yegane anlayışıyla da esas olarak bir çok halka da kucak açmıştır. Din olarak mezhep olarak bir çok farklı halk barınmaktadır.  Günümüzde yeni Müslümanlık adı altında bir şey yoktur. İslam’a mutaasıp bireylerde biliyor ki Müslümanlık tektir. Ve tek kalacaktır. Onları çiftleştirenler de ülke içerisinde Cumhuriyetten öncesinde var olan demokratik yönetim şeklini özgürlükle aynı cümleye koyanları eleştirenlerdir. Düpedüz politika yaparak bir anlamda yöneticilerinden memnun olmayan kesim Müslümanlığa “neo-müslümanlık” diyerek onları ikileştirmişlerdir. Örneğin ülkemizde kamuda başörtüsü yasağıyla bütünleşmiş laiklik söylemleri de sizin tabirinizle neo-müslümanlardan çıkmıştır. Çünkü demokrasi bir yönetim aracıdır.  Cumhuriyet yönetim şeklidir. Sizin bahsettiğiniz çelişki özgürlükler içerisinde hemen yükselecek bir ses değildir. Bugün derse başörtüsüyle giriliyorsa neo-müslümanların sayesinde bilesiniz. Daha önce köprü konumunda olan bir Türkiye için stratejik öneminden dolayı her an ABD-Sovyet Rusya maşası konumunda olan bölgesel güç her şeyi kendi bazında yerleştirip koruma gücüne sahip değildi. Bizler demokrasi laiklik derken de ağzımızı bir elimizle kapattığımız zamanlarımızı okuruz. O zamanları da Türkiye Cumhuriyeti diye yazarız ama Türkiye Cumhuriyeti diye okuyamayız. O dönemleri de demokratik söylemlerle atlatmış olsakda ben siyasi bilgilerim ışığında yeni yeni her kafadan sesin çıkabildiği bir siyasi arena görmekteyim.  Her sözün söylenmediği bir ortamda özgürlükten bahsedemezsiniz. Şuan bazılarının mini eteğine karışmıyoruz söylemleri de sizlere İslama karşı çıkmak onları günaha davet etmek gibi algılansa bile esasında öyle değildir. Kürtajın serbest olması aslen kürtaja davet değildir. Zinanın suç sayılmaması da sizi zina yapın diye sokaklara salan bir yazılı metin değildir. Olmayacaktır. Bu ülkede İslamın kurallarının konulması mümkün olabilir ancak şuan ki demokrasinin yeni geliştiği 89 yıllık bir devlet modelinde bu kadar ileri seviye de gelişmişlik göstermesine rağmen mümkün değildir. Realist bakınız. Çelişki sizdedir. 
   Şeriatı getirmek “İslam hukuku olarak” bizler için de beğenmediğiniz neo-müslümanlar içinde beyinlerin istediği bir şey olabilir. Karşı çıkmadığımız doğrudur. Fakat 89 yıl batı içerisinde yer edinmeye çalışmış batıcılık politikalarıyla nara atmış bu şekilde politika izlemiş, bölgesel olarakta çok iyi bir yer sağlamış ülke için mümkün olamayacağını üzüntüyle anlayabilirsiniz. Aynı zaman da biraz önce bahsettiğimiz etnik hale bakarsanız Müslümanlığın dünya anketleri içerisinde inanç olarak kabul edilmiş yüksek sayılarını görebilirsiniz fakat madalyonun diğer tarafı da vardır. Demokrasi bu ülke için neo-müslümanlarla çok şey getirdiğini düşünüyorum. Yeni anayasa batıdan sıyrılma politikalarıyla birlikte kanunlarla hareket ederek şeriatın da İslam hukuku temasıyla medeni kanunda ticaret kanununda kadınların haklarıyla birlikte yaklaştığını göremiyorsunuz. İslam hukuku kesinlikle bireylerin eşitliğini ve adaletini savunur. Bizler de şuan kısıtlanmış halk içerisinde adaleti sağlamakla yola çıkmış insanlarız. Direkt olarak siz bu ülkeye şeriat modelini uygulayamazsınız çünkü esas olarak 1993’den beri dini olarak kısıtlanmış bir halk söz konusudur. Başı açık mini etekliler ortada koştururken başörtü diye artık argoya dayandırılan başı örtülü uzun etekliler okulların kapısından dönüyordu. Öncelikle sırası varken sizin dayatmalarınızla nankörlüğe adım atmanız da bir çelişki demek istiyorum. İslami kesim diye adlandırılan neo-müslümancılıkla siyaset yapmıyoruz. Demokrasiyle eşitliği siyasete hitabeti getiriyoruz. Tanrı sizlere bir özgürlük verdiyse içki içme yasağını, zina yasağını, kürtaj yasağını buyurun sizler getiriniz. Sayıca çokluk sağlamanız için sizlere seçimler getiriyoruz. Buyrun alın ve siz dediklerinizi bu ülkeye getiriniz. Biraz realist olunca dahi anlaşılan kavramlar daha yeni gün yüzüne çıkmışken siz alt basamaktan bir anda en tepeye çıkmak istiyorsunuz. Devlet Tanrının insanlara verdiği günah işleme kabiliyetini özgürlüğe çevrilmesi için hareket etmiyor. Yanlış algılar içerisinde olmayınız. Kürtajın zinanın serbest kalması sizin zinaya kürtaja atılmanız değildir. Aynı zaman da dini ve ahlaki kuralları da şuan serbest bırakan neo-müslümanlar sayesinde Hz. Peygamber seçmeli ders olarak okutulmaktadır.
   Biz (bende burada kendimi neo-müslüman olarak kabul edersem) halkların eşitliğinden söz ediyoruz mini eteğini giy, içki içiniz, zina kürtaj demiyoruz, öncelikle ele alabileceğimiz haklarla ilerisi için ortamı eşitliyoruz. Ses çıkarma hakkında sahipsiniz şuan da. Laiklik kavramının anlamına yeni kavuştuğunu kabul ederseniz herhalde. Din ve devlet işleri de asker vesayetinden sıyrıldıktan sonra ülke daha net ve gelişmiş dış politika ile birlikte ekonomik büyümenin ve refah seviyesinin arttığı görülmektedir. Prof. Bünyamin Duran bir yazısında aklın üç halinden bahsetmiştir. Aklı genel olarak ve her hangi bir felsefi kategoriye tabi tutmadan "saf akıl", "kısmen kirlenmiş akıl", "kirlenmiş akıl" olarak üçe ayırarak inceleyebiliriz. Saf akıl fıtrata yakın akıldır. Bu akla en güzel örnek Hz. Peygamberin aklı verilebilir.  Kısmen kirlenmiş akıl ise kişinin beşeri özelliklerinden kısmen et-kilenmiş olmakla birlikte kaba içgüdülerinin etkisi altına girmemiş kısmen bağımsız akıldır. Kirlenmiş akıl ise belli bir ideolojinin, kişi veya grubun, toplum veya devletin emrine amade kılınmış, bağımsızlığını kaybederek nesnelliğini yitirmiş akıldır.”
   Bu yöntemle söz edilen kirlenmiş yönetici kesimin aklını örnek göstererek dış etkilerle yüzyüze kalan aynı zamanda arkasında bir toplumun olduğu bireyler bizatihi kendi düşüncelerine de sosyokültürel, sosyoekonomik, ve sosyopolitik araçlar dolayısıyla yer verememektedir. Çünkü yönetici kesim yönettiği halkın sesine kulak verirken bazı yerlerde kendi sesini de kısıyordur. Siyasi bilgilerim ile yaşanılan durumu çelişki olarak niteleyenler için haklı nedenlerini saymak istedim. Sizin bildiğiniz yönetim ve yöneticilik esasında akılda bir olmamış çeşitli sebepler ve konjonktürel nedenler dolayısıyla aksaklık olabilir. Ama gelmiş gelecek olan bir zaman da Türkiye en iyi neo-müslümanlığını yaşamaktadır. Ben bizzat sosyal ekonomik ve politik yaşadığım ülkede bu etkiyi görmekteyim. Göremeyen gözler de olacaktır, kabul etmek istemeyen muhalefette. Varsınlar olsunlar.Birlik beraberlik olsun. Canlar sağ olsun. 




*Esasında bir kusurumuz olduysa affola, haddimizi aşmak değil maksat anlaşılmaktır.*

       

13 Ekim 2012 Cumartesi



Uykularımdan ciyak ciyak çırpınan bir kalple uyandım sana. 


Bu ikilemlerin arkasında çok şey var 
Hiç bir şey bir neden değilki, 
Ama hak ettiğimi düşündüğümde hiç de adil değilki 
Sen nesin ve kimsin ? Sal yaralı balıkları gitsin, misina artık çok gergin 
İster istemez her şeyim sende rehin 
Ne yanlış bir karar masası, sen ne kötü bir hakimsin 
Bu ne zor bi dosya, sen ne kolay bir kararsın 
Senden görünmüyor önüm, meğer ne kolaymış fikri ölüm. 
Hep anlatırdı sevdiklerim; "böyleyken böyle olur".Söz söylenir göz dolar, Haziranlar Şubat olur! 
İhtimallerimi düşünürüm ve ihmallerimi yoklarım, 
İçimden ayrılık şarkıları bestelerim ve söylerim. 
Ben deli dolu biriyim, ama şu an sadece doluyum, 
Kırılmış bir sağ kolum, 
Gönlü bir hayli kırık, yapayalnız, bomboş bir yolum (beenn) 
Beni arayan orda bulur, sözün bittiği yerde bekliyorum. 
Canım malum, yarım eksik, bu kadar mı kolay çeker insan sevdiğinin şakaklarına tetik 
Sanki sen bir avcı, bense infilak eden keklik 
Vakit durdu, bu acı beni boğdu, bittim şimdilik. 
Ama galiba, bütün bu olanlara dayanamam, ama hazırım 
Sen giderken adımlarını sayarım 
Heyhat ! Ne yazık seni yanlış tanıdım sanırım. 
Ama galiba, bütün bu olanlara dayanamam, ama hazırım 
Sen giderken adımlarını sayarım 


"Heyhat ! Ne yazık seni yanlış tanıdım sanırım."






11 Ekim 2012 Perşembe

DÜŞÜNCEDE DUYARLILIK

" http://www.bdgdergi.com/edergi/sekizincisayi/ 'de ilk yazım olduğu için burada da paylaşıyorum."

   Düşünce toplum içinde kök salınca gönülde kalpte bir atıyormuş. Ölenle ölünüyormuş. Büyüğümüz halk ozanımız GARİP diye dillendiren elini öpenin elini öpen efendimiz diyerek söze giren Neşet Ertaş’a Allahtan rahmet yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diledikten sonra yazıma başlamak istiyorum. Bu dergi de ilk yazım. Heyecanlıyım. Duygulu ve duyarlıyım. Okunmasını diliyor ve samimiyetimle en güzel şekilde bunu bildirmek istiyorum. Cümlemizin aklına fikrine bereket versin Rabbim. Amin.  
    Düşünce deyince toplumsal olarak gerekli olan duyarsamadan bahsetmek istiyorum sizlere. Bizim Üstad dediğimiz zaman ilk başta anladığımız Necip Fazıl için de dava demek, toplum demek; bir düşünce bir tebessüm ve bir duyarsama demektir. Evvela saygı değer büyüklerimiz bizim için açtığı yolda yürürken örnek ve hassasiyetlerimizi ideallerimiz yolunda uygun şemalar içerisinden seçmemiz gerekiyor. Annelerimiz babalarımızın uyanık olması gereken bir dönemde yaşıyoruz. Toplumda olagelen kötü olaylar bizler için bir ibretlik durum.  Güven timsali Üstad bizim için bir yol çizmişken bunu fark etmekte toplum işi fark etmemekte bir noktada körlük işi. Davamız dediğimiz aslında bir ütopyadan ziyade toplum olma bilinci içerisinde yaşarken, milli duygularımız yönünde ne kadar yaşıyoruz ve
bunları hayatlarımıza ne kadar adabte edebiliyoruz. Milli ruhumuz içerisinde yer alan Türklük bilinci yaşadığımız günlerde İslamla bağdaşmış, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Osmanlı imparatorluğu’nun ulu neslinin torunları olarak doğunun ve batının arasında köprü vazifesiyle yer almaktadır. Konjonktürel sistemin bize kattığı anlamı taşıması da vazife itibariyle hak ettiği yere getirmiştir. Toplum olarak bu bilincin farkındalıklarına da dikkat ederek toplum için gereken özeni göstermeliyiz.
   Necip Fazılın tabiriyle "Bir devirdi O tarihlerde (40'lı yıllar) küfür, bütün müesseseleriyle bir buzdağı gibiydi. Ortalıkta hiçbir hareket mevcut değildi. Müslümanlık zindanı camilerden bir hıçkırık sesi bile gelmiyordu. Bu gafiller, adeta, "camie girebiliyorum ya, ne devlet!" gibilerinden seviniyorlar ve hadım olmanın oltasında mesut görünüyorlardı. Şimdi şucu bucu geçinen bazı zümrelere adını vermiş isimlerden hiçbirini görmek mümkün değildi. Derken, meydan açılır gibi olduktan sonra ortaya çıktılar ve kendilerine evliyalık süsü vermekten de kaçınmadılar. Biz ise, mahut buzdağını, karda avuçlarımızı hohlarcasına, ciğerlerimizden kopan sıcak nefeslerle eritmeye çalıştık ve galiba bunda müessir olduk.
Fakat bu defa... Bu defa ortalık çamur kesildi ve şu andaki perişan manzara doğdu. Dahası ve en acısı, İslâm dava ve aksiyonunun bunlara izafe edilmesi, bunlarda göründüğü gibi zannedilmesi, İslâma aykırı cephenin bütün din hıncının bu beceriksizler üzerinde bir nevi boks talimi yastığına benzer bir avantaj kazanması ve İslâm davasını temsil gibi bir şeref ve ehliyetin, bu ehliyetsiz ellerde bilinmesidir!.. Biz, tam 30 yıl, tırnaklarımıza kan ve ciğerimize kaynar su oturmuş; bu netice için mi çalıştık, çabaladık, didindik, yırtındık, yıprandık, helak olduk?.. (1973)" 2012 yılında davasından bir nebze nasiplenmiş olalım ortalık çamur kesilmeden biz önünü tıkayalım ve geride kalan sağlıksız günlerden sonra elimiz de olan ışığımızı ve demokrasi adına hür ve özgür vatanımız için elimizden geleni yapalım. Üstada söylenen 1940’larda San’atına yazık etti ithamından sonra böyle güzel bir dava ehli nadir gelmiştir. Biz de en azından duyarlı bir vatandaş olarak duyardanmış bir konu üzerinde bir dava üzerinde kafamızı yoralım isterim. Boşa geçen vakitler için yanmak yerine bizim de vatanımız için bir adım atmamız gerekir. Atalarımızın, mehmetçiklerimizin kanıyla sulanmış bu topraklar içerisinde Allah-u Tealanın bize verdiği aklı ve fikri de kullanmak bir duyarlılık işidir. Geçmişte şuan ya da gelecekte her yerde daimi bir gerçeklik payıyla bir olmak için bu belirlenmiş yolda Hak’lanmak, Hakka tapan bağımsız bir istiklal’in devamlılığı ve sadakati için gereklidir.
   Genç, yaşlı; çoluk çocuk bütün Türkiye Müslümanları ve halkı adına edecek duam ve isteyecek bir temennim olursa edindiğiniz davanın hakikatine ve sahiplendiğiniz derece de maneviyatınıza bakmanızı arz ederim..

“ Ne doğu içinde kaybolmak ne batı içinde yol almak bize Hak olan kendimizi doğduğumuz topraklarda bulmak.”


"Şahit- Şehit- Şehadet"


   Hakan Albayrak Rota belgeselinde konuştuğundan beri dikkatimi çekiyor. Bir twet ile yola çıktım yazmaya. O’ndan bahsederken bir kişi şöyle yazmış; bana Hakan Albayrak seven insanlar mı denk geliyor ya da herkes mi O’nu seviyor diye yazmış. Ben pek aktivist ya da belgeselist sevemedim de kendimle çelişmemi yazmam bu yüzden.

    Baktım da saçlarına aklar düşmüş. Genç yaşında hemde. Zorlanmış olmalıydı hayatında. Ben inanmam genç yaşta saçına ak düşen insanın gözünde yaş gönlünde dava olmadığına.Çok tanımadan yazıyor ve söylüyorum bunları. Zira yanılma payım olabilir. Dikkate almayınız yazımı. Sevgi adamıydı kızından bahsederken narin zarif ses tonu vardı. Bir belgeseli de vardı. Şam ile ilgili. Dikkat etmeliydi bu adama. Uzakların bebelerine bile babalık yapmış olabilirdi. Suriye içinde gidip geldiği zamanlarda düzeleceğini görmüş orada olan karışıklığa bir el uzatmak eyleminde bulunmuş. Dağa çıkan kardeşleri için dua halindeydi. Allah diyordu. Fatihin aslanı kadar kükreyebilen bir cesareti ve gürleyen sesi vardı. Hakan Albayrak kır düşmüş saçlarına adam kızın seni beklerken sen Makedonya Suriye Gazze derdinde yol olmuş, Şahit olmuştur.Belkide şehit olacaktır şehadet eder iken. Şahit- Şehit- Şehadet gibi kelimelerin Arapçada sesleri yakın olduğu için köklerinde benzerlik vardır bildiğim kadarıyla. Ben dava ehli insanlarının da bir gün öldüklerinde şehit olabilme ihtimalleri hep düşünürüm. Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz derken çok şey bizlere ifade edilmiştir. Hak yol İslam için de ümmetin yolunu yol seçmiş onlara yol açmak içinde yine kollarını sıvamıştır.
    Bir Rota belgeseline başladığında tanıyor iken aklıma bir soru geliyor düşüncelerimde yanılmak istemediğim için teyit etmek istediğim bir soru.

<< Hakan Albayrak davası için mi kamerası için mi güzel ümmetin peşinde, o düşünceye ilk nasıl sahip oldu, gençlerimizde ve bende neden yok o akıl fikir, bize musibet gelmeden nasihat gerek büyüğüm ? >>

   Ben cevabımı vereyim yine bir gün kendisi denk gelir ise bu yazıma cevap vermek isterse versin..—Davası için orada.Müslüman ümmetine yol göstermek için orada o yolcuları da bize göstermek için kamera başında.

.Hakk adına yürüdüğün bütün yollar sana cenneti getirsin.
/..Dava ehli dünya da ve ahirette iyiliklerine, düşüncene bereket../

10 Ekim 2012 Çarşamba

Prof. Dr. Erol Kurubaş,Devlet Teröristle Görüşür Mü? ,

13 Eylül 2011’de MİT ile PKK arasında yapılan bir görüşmenin ses kaydı ortaya çıktı. Oslo’da beşinci kez yapıldığı anlaşılan görüşme, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu ve PKK’lı Sabri Ok, Kongra-Gel Başkan Yardımcısı Zübeyir Aydar ve koordinatör ülke temsilcileri arasında geçiyor. Görüşmede devletin, 2009 Habur olayına ve tüm siyasi riskine rağmen görüşmelerin kesintisiz sürmesinden yana olduğu, PKK’lıların da Öcalan’ın muhatap alınmasını istedikleri görülüyor. Tarafların mutabık kaldıkları bu çerçevede, zaten birçok konuda büyük oranda bir uzlaşı çizgisine gelindiği belirtilerek, artık somut adımlar atılması ve sorunun bir an önce müzakereler yoluyla halledilmesi gerekliliği üzerinde duruluyor. Daha sonra hem DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un (1) hem de Diyarbakır bağımsız Milletvekili Şerafettin Elçi’nin açıklamalarından (2) anladığımız kadarıyla görüşmeler 2006’da başlamış, taraflar Oslo’da en az 4 kez bir araya gelmiştir. 2009 Habur Olayıyla yaşanan kesintinin ardından görüşmeler, düzeyi yükseltilerek (hükümet adına katılım) tekrar başlatılmıştır. Yukarıda sözü edilen görüşme de Temmuz 2010’da yapılan beşinci Oslo toplantısı. Yine Tuğluk ve Elçi’nin açıklamalarına göre, görüşmeler 12 Haziran seçimlerinin hemen sonrasına kadar devam etmiş, “Öcalan’ın yol haritası” denilen bir metin (3) çerçevesinde hazırlanan bir protokol (4) üzerinde de uzlaşıya varılmıştır. Elçi’nin açıklamalarına göre, bu metin İmralı ve Kandil’dekiler tarafından kabul edildikten sonra Başbakan’a sunulmuş, fakat Başbakan bu protokolü onaylamamıştır. Bunun üzerine devlet Öcalan’ın da üzerinde mutabık olduğu bir “Barış Konseyi kurulsun” önerisini getirmiş, fakat Kandil’dekiler bunu bir oyalama taktiği olarak görüp kabul etmemiş ve terör eylemlerini yeniden başlatmışlardır. Tuğluk’a göreyse hükümetin pazarlığa yanaşmayarak “eylemsizlik ve hemen geri çekilme”yi ön şart olarak getirmesi ve pratik adımlar atmaktan kaçınması nedeniyle süreç sona ermiştir. Her ne sebeple sona ermiş olursa olsun, önemli olan böyle bir görüşmenin yapılmış olmasıdır. Birçok kişiyi şaşırtması beklenen bu görüşmeler, ilginç biçimde kamuoyunda pek bir tepkiyle karşılanmadı. Gerçi bu görüşmelerin yapıldığı daha önce özellikle muhalefet partilerince sıklıkla dile getirilmişti. Belki de bu nedenle kamuoyu söz konusu görüşme kayıtlarını duyunca fazla şaşırmadı. Ayrıca bu türden görüşmelerin 1990’ların başlarından itibaren sürekli yapıldığı da konuyla ilgilenenlerin malumudur (5). Fakat yine de yukarıdaki tabloya baktığımızda herhalde ilk akla gelen soru, devletin nasıl olup da terör örgütüyle görüştüğü, bu bağlamda da devletlerin terör örgütleriyle görüşüp görüşemeyecekleri olacaktır. Evet, her devlet resmen ve aleni değilse bile, gayrı resmi ve gizli olarak terör örgütüyle görüşür. Bu bir tür “arka kapı siyaseti”dir. Devletler terör örgütleriyle görüşmemeyi resmen temel ilke olarak ilan etseler de, bu ilke birçok istisnayı içinde barındırır. Devletler sahip oldukları egemenlik anlayışlarının bir sonucu olarak kendisine başkaldıran bir aktörü ilkesel olarak muhatap almak istemeseler de, şartlar gerektirdiğinde görüşmekten de çekinmezler. Gerçekten de, bugüne değin “iç kaynaklı” teröre muhatap olan İngiltere, İspanya, Fransa gibi birçok devlet çeşitli düzey ve biçimlerde terör örgütleriyle görüşmüşlerdir. Çünkü bu yöntem, siyasi riski yüksek olsa da toplumsal maliyeti en düşük ve çözüm açısından en anlamlı olanıdır. Bu yöntemin alternatifi ise, biri diğerine boyun eğdirene çatışmaktır. Burada esas vurgulanması gereken husus, demokratik devletlerin terörist örgütlerle görüşmelerinin sistemin doğasının bir gereği olduğudur. Çünkü rasyonel aktörler olan demokrasiler gücünü halktan aldıkları için tabandan gelen her sese kulak vermek zorundadırlar. Ayrıca demokrasiler kendinden emin sistemler olarak, her görüşün kendini ifade edebileceği siyaset kanallarına sahiptirler. Dolayısıyla demokrasiler, terörist örgütleri de meşru zemine çekebileceğine ve onların taleplerine sistem içinde yer verebileceğine inanırlar. Bir başka deyişle demokrasiler, şiddeti siyasetle ikame edebilecek araçlara sahip oldukları için görüşmelerden hiç çekinmezler. Daha da önemlisi, demokratik devletlerin teröristlerle yaptıkları görüşmeler, oyalama ya da mevzi kazanma amacına değil, soruna çözüm üretme ve o yoldaki vatandaşlarını sisteme dâhil etme amacına yöneliktir. Bu durumda görüşmelerin özellikle demokratik ülkeler açısından daha anlamlı, gerekli ve çözümü daha mümkün kılan bir yöntem olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, demokrasilerde bu türden görüşmeleri zorlaştıran ve sınırlayan iki önemli husus vardır: kamuoyu ve seçim rekabeti. Demokrasilerde kamuoyları duygusal davranma, muhalefet partileri de seçim rekabeti nedeniyle popülist ve çıkarcı davranma eğiliminde olduğu için, “asi ve terörist vatandaşların” oluşturduğu terör örgütleriyle yapılacak görüşmeler gizli olmak zorundadır. Bu açıdan iç kaynaklı terör sorunuyla karşılaşan devletlerin demokratikleştikçe terörle mücadelede görüşmeyi daha etkin bir araç olarak kullanabilecek aktörlere dönüştüklerini söylemek de yanlış olmayacaktır. Fakat devletler demokratikleştikçe nasıl ki görüşmeye yatkın hale geliyorsa, terör örgütlerinin de devletlerin muhatap alabileceği aktörlere dönüşmesi için demokratikleşmesi bir zorunluluktur. Bunun bir göstergesi ve ilk aşaması olarak da, şiddete son vermeleri ve terör eylemlerinden vazgeçmeleri gerekir. Daha sonra -IRA ve ETA örneklerindeki Sinn Fein ve Herri Batasuna gibi- şiddetten uzak duran siyasi yapılar aracılığıyla meşru zeminde meşru yollarla taleplerini dile getirebilirler. Kısacası görüşmelerin anlam ifade edebilmesi, devletin olduğu kadar bu örgütlerin de demokratik araçları kullanabilecek bir yaklaşıma ve yapıya sahip hale gelmelerine bağlıdır. Türkiye örneğinde karşımıza çıkan PKK ile devletin görüşmesini de bu açılardan değerlendirmek mümkündür. Türkiye, demokratikleştikçe siyasal sistemi güçlenmekte, kendine olan güveni artmakta, halkın farklı kesimlerinden gelen taleplere cevap verebilecek bir nitelik kazanmaktadır. Devlet, kendisini var eden halka kuşkuyla bakan, onu yok sayarak onun adına onu yöneten bir aygıt olmak yerine, artık halkıyla konuşan, ona dayanan ve onu yönetime katan bir aygıta dönüşmektedir. Bu bağlamda PKK’nın şiddet ve terör yoluyla yaptığı “kanlı ve vahşi siyaseti”, sözlü ve sivil yöntemlerle ikame edebileceği bir ortam doğmaktadır. O halde neden onlara şartların değiştiği anlatılmasın, neden taleplerini meşru zeminlerde dile getirebilecekleri söylenmesin ve neden çözüm konusunda dövüşmek yerine konuşmak tercih edilmesin? Bununla birlikte, nasıl ki Türkiye demokratikleştikçe Kürt siyaseti ve talepleri meşru zeminde yaşam alanı bulacaksa, Kürt siyaseti de buna uygun biçimde yalnızca demokrasinin gerektirdiği araçları kullanır bir hal almalı. 2000’lerin demokratikleşen Türkiyesinde Kürt siyasetinin ana akımını temsil eden PKK anakronik bir nitelik arz etmektedir ve yapısı ve yöntemiyle 1970’lerin, 1980’lerin siyasi atmosferine ait bir örgüttür. O nedenle artık Kürt siyaseti kendini şiddetten ve terörden arındırmak zorundadır. Bu açıdan BDP gibi yapıların oluşması ve güçlendirilmesi doğru bir yaklaşımdır. Fakat bu süreçte BDP’nin PKK’lılaşması değil, PKK’nın BDP’lileşmesi gerekir. Yani BDP gibi siyasi yapılar şiddetin değişik türlerini bir araç olarak kullanmaktan mutlaka uzak durmalıdırlar. Aksi halde hem Kürt siyasetinin “görüşülebilir” bir muhatap çıkarması hem de sağlıklı ve verimli bir görüşme zemininin oluşması mümkün olmayacaktır. Sonuç olarak, bir ülke içinde etnik taleplerden kaynaklanan ve fakat şiddet yöntemleriyle ifade edilen sorunlar ancak empati ve karşılıklı güven inşası yoluyla çözülebilir. Bunu sağlayacak olansa görüşmelerdir. Görüşme bir arada yaşamanın en önemli aracıdır. Diyalogsuzluk ve görüşmeme ise önyargıları pekiştirir, nefreti körükler ve sonunda şiddete yol açar. Şiddetse ayrıştırmanın ve ötekileştirmenin aracıdır. O nedenle devlet herkesle görüşür ve görüşmelidir, bu devlet olmanın gereğidir. Ayrıca görüşme dışında bu tip sorunları çözecek tek bir yol vardır: İki taraftan biri yok olana ya da boyun eğene kadar mücadele etme. Bu, pratikte sürekli çatışma ve şiddet demektir. Bu ise zaten denenmiş ve başarısızlığı tescillenmiş bir yöntemdir. O nedenle kimsenin bunu temenni ettiğini zannetmem. 1- Aysel Tuğluk, “Yasemin Çongar’a Açık Mektup!”, Taraf, 26 Eylül 2011. 2- “Şerafettin Elçi: Müzakereler MİT’i de aştı” (Neşe Düzel’in Röportajı), Taraf, 26 Eylül 2011. 3- Yol haritası için bkz. Cengiz Çandar, Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakır?,İstanbul, TESEV, 2011, s. 107-110. 4- Elçi’ye göre bu protokolde anadille eğitim, Kürt kimliğine anayasal güvence sağlanması, Kürtlerin özyönetime kavuşması ve Öcalan’ın ev hapsine çıkarılması vardı. 5- Devlet-Öcalan görüşmelerinin tarihçesi için bkz. Çandar, s. 56-58.

Garip Neşet Ertaş'ı Üstadın dilinden yorumlamak

Bozkırın tezenesinden "GARİP"

Delikanlı!
Dinler isen sana bir şey söyleyim,
Gönüllüye gönül ver delikanlı,
Gönülsüz olanın gitme peşinden,
Sana olmadığını der delikanlı.

Gönülsüz gövdeye elin uzatma,
Aman sakın böyle bir hata yapma,
Zorbalık eyleyip yanlışa sapma,
Biraz kendine gel, dur delikanlı.

Yare yar olmadın kendini tanı,
O zaman bilirsin canı,cananı,
Tanı gönlümde yatan aslanı,
Ona saygıyınan var delikanlı.

Sevda ateştende betermiş derler,
Hasreti burnunda tütermiş derler,
Her gönülde bir aslan yatarmış derler,
Gönüldeki aslan yar delikanlı.

Tepeden bakarak konuşma boşa,
Dengesiz sevgiler gider mi boşa,
Engin ol,aslanın gönlünü okşa,
Eğer yaralıysa sar delikanlı.

Garibim zorunan gönül alınmaz,
Gönülsüz gönüle sahip olunmaz,
Kıskançlık deliliktir,çare bulunmaz,
Bunu bir bilene sor delikanlı.




“Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor...”


74 YAŞINDA ARAMIZDAN AYRILAN GARİP NEŞET ERTAŞ‘I NECİP FAZILIN KALEMİNDEN BİR KESİTLE RAHMETLE ANIYORUZ..

-25 Eylül 2012-

***Pastayı soğumadan keserseniz dağılır***

   Birbirimizin düşüncelerine ne kadar katlanmak zorundayız bilmiyorum ama benimde hayatımda kabul ettiğim doğrularım vardır hepinizin olduğu gibi. Dünya biçarelerde kaybolmuş, dil din ırk mezhep eğitim siyasal ekonomik kültürel bir çok kavram içerisinde antipatik yorumlara maruz kalmış bir halde çok acınası geliyor bana.
   Bu yazım Andımızın okunmasına karşı çıkan bir kişi üzerine yazılmıştır.
   Ben Türk oğlu Türküm. Vatanım da Türkiyedir. Burada ikamet ediyorum. Osmanlı soyundan gelen nesilden kurulan devlet olan Türkiye Cumhuriyeti devleti vatandaşıyım. Irkçılık dincilik antilaiklik adına bir çok sosyopolitik konularda katbekat yol almışken Türkiye’miz de andımızı kaldırın nağmelerin benim aklıma ne yattı ne de sessiz kalmama yüreğim el verdi. Ben görüş olarak tahmin edilen sıradan yaşayan bir vatandaşım. Ve itiraf ediyorum andımızı okurken altına yapmışlardan biriside bendim.  
    Toplumsal düzenin kuralları vardır. Uluslararası hukuk içerisinde müeyyideleri uygulayamazsınız ama devlet kendi içerisinde yapılanmalar bir hiyerarşi içerisinde ulus devlet olma bilincini Westphalia’dan beri devam eden küreselleşme modern dünya kavramı içerisinde devam eden bir sismik kargaşa dahi olsa ulus devlet hala kendi içerisindeki yapılanmayı globalleşen dünyaya rağmen sürdürecektir. Yaşadığın yer Türkiye Andımız da bu vatanın vatandaşları için başından beri saydığı, sevmek zorunda olmadığı ama altına yapmak pahasına da olsa ülkü ülke millet bilincini kutsayan vatan toprakları için “Bir Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip’in yazdığı “Andımız” 10 Mayıs 1933 yılından bu yana resmi olarak tüm Türkiye halkının çocuklarına zorunlu olarak” [1] okutulacaktır. Türkiye halkı olmak Kürt Türk Alevi Sünni Şii diye resmiyette ayırmaz. Kendi ideolojilerinden sapmayan şahsı münhasırlar haricinde bunu devletin ve milletin her köşesinde bir fiil yaşarsınız. Türkiye de yaşamanın ayrıcalığıdır andımız. Çünkü bazı değerler yozlaşma serbestisine adım attığı anda asimilasyonlar ayrılıklar süregelir, tanıma, özerklik, federatif yapılanma, bağımsızlık istençleri ardı ardına olabilecek ihtimallerdir. Ki ben bunların Türkiye devleti sınırları içerisinde olabilecek demokratik ortamların olduğunu düşünmüyorum. Siz kendiniz buna hazırsınızdır, mahallenizde hazırlık yapılmıştır. Lakin bunun batısında doğusundaki ki ütopyaları içinde karanlık çağları devam ettiren kendi devlet türkülerini çağıran insanlar hazır değiller. İç siyasal ortamımız da bunlara hazır olmamışken 1983’ler de başlayan PKK-terör- çatışmaları günümüzde de devam ederken, daha komşularımız içerisinde uygun stratejimizi henüz dış politikadaki aktörlere göre belirlerken bırakın andımız her sabah okunsun. Ellemeyin, düşünmeyin de okunsun.  
   "Pastayı soğumadan keserseniz dağılır." Vatandaş olma bilinci yerleşsin. Sonrasında gelişecek açılımlar içerisinde olan “Anadilini öğrenme ve anadilde eğitim, kendi dilini, kültürünü ve tarihini araştırma, kendi dilinde basın-yayın faaliyetleri, sokak adlarının, hatta faturaların, tabelaların bölgede yaşayan halkın dilinde de yazılması, kendi geleneklerine uygun ad-soyad alabilme, tarihsel-yerel adların resmi olarak kullanılabilmesi, kamu ile ilişkilerde mesela yargılanmada veya idari makama dilekçe verirken kendi dilini kullanabilmesi, geleneksel bayram ve festivallerini kutlayabilmek, müze açabilmeleri, kendileri ile ilgili karar alma mekanizmalarına katılabilme.” [2] hakları onlara tanıyalım. Bazı şeyler vardır ki varlığınız Türk olmayanların varlığına armağan olmaz eziyet yük olur.Bazen düşündükleriniz haklı görünür ama teorik yönü de gerekçeleriyle vardır elbette. Her zaman düşününce bir başkasının da onu düşünebilme ihtimali olduğunu düşündüm. Okumalarım geç kalmasa da, yazmalarım bu yüzden geç kaldı. Belirtiyorum bir kastım yok bilin istedim. Ben size ders verecek nasihat edecek değilim. Yaş yarıştıracak da değilim ki sizi yazılarınızdan okuyorum tanıyorum sadece. Bu yazımı ister cevap olarak ister eleştiri olarak algılayın altı üstü bir yazı.Siz bilirsiniz. 
            Sadece bildiklerimi düşünce mayasında yazıya döküşümdür. 
              --Affola--



[1] Cemile Bayraktar, http://www.derindusunce.org/2012/10/09/varligim-turk-olmayanlarin-varligina-da-armagan-olsun/ , 9Ekim2012
[2] Prof.Erol Kurubaş, http://gundem.bugun.com.tr/pages/haberDetay.aspx?id=187687&yorum=1&sayfa=3 , Seda Şimşek ropörtajı, 26Mart2012